HAYATI
1879 yılında doğan Yusuf Akçura, 1803 yılında İstanbul'a gelmiştir. Onbeş yıl İstanbul'da kalmıştır. 1896 yılında Erkan-ı Harbiye'ye giren Akçura, Jön Türk faaliyetlerine katıldığı için tutuklanmış ve okuldan bir süre uzaklaştırılmış, Trablusgarp'a gönderilmiştir. Arkadaşı Ferit Tek'le birlikte kaçarak Paris'e gitmiş, orada Ecoie Libre deş Sciences Politiques'te eğitimini sürdürmüştür.
1903 yılında Rusya'ya dönmüş ve ünlü "Üç Tarz-ı Siyaset" makalesini yazmış ve 1904'te yayınlamıştır. 1905 Rus Devrimi'nden sonra "Kazan Muhabiri" adıyla bir gazete çıkarmış ve Alimcan Barudi'nin yönetimindeki Türk Okulu'nda tarih dersleri vermiştir.
"Rusya Müslümanları İttifakı" isimli siyasal partinin kurucuları arasında yer almıştır. 1908 yılında İstanbul'a gelmiştir. Harbiye ve Mülkiye'de hocalık yapmış, Kurtuluş Savaşı'na katılmış, İstanbul ve Kars milletvekilliği yapmış, Hukuk Fakültesi'nde ders vermiş, Türk Tarih Kurumu Başkanlığı yapmış ve 11 Mart 1935'te ölmüştür.
Yusuf Akçura'nın en önemli makalesi "Üç Tarz-ı Siyasettir. Bu makalesinde Pan Türkçülüğü Önerir.
Rusya'dan gelen Türkistanlı, Kazakistanlı, Azerbaycanlı, Kırımlı Türk ya da Tatar göçmenler kendilerini Pan Slavizm'in kurbanı olarak gördüklerinden ve yüreklerinde bir özlem taşıdıklarından, kuramsal olarak en ateşli Türkçü (Turancı) olmuşlardır.
Akın akın Türkiye'ye geldiler
Kafkas, Tatar, Türkmen ve Kırımlı pek çok Türk, Sovyetlerin baskısından kurtulmak ve siyasal faaliyetlerini yürütmek için Türkiye'ye göç etmişlerdir. Bunlardan Cafer Seydahmet, Türkistanlı Osman Hoca ve Mustafa Çokay, İdil-Ural Tatarlarından Ayaz İshakî, Kuzey Kafkaslı Sait Şamil, Azerbaycanlı Mehmet Emin dir.
|
Yusuf Akçura ve "Üç Tarz-ı Siyaset"
1899 yılında Yusuf Akçura iki arkadaşı Ahmed Ferid ve Zühtü ile anlaşarak, sürgünde bulundukları Trablusgarp' tan, Tunus yolu ile Paris'e kaçarlar. Burada Akçura ve Ferid, öğrenimlerine devam edebil-mek için Siyasal Bilgiler Okulu'na kayıt olurlar. Akçura sabahları normal olarak okulda Albert Sorel, Emile Boutmy, Anatole Leroy-Beaulieu, Theophile Funck-Brentone gibi meşhur hocaların derslerine devam ettiği gibi, ayrıca siyaset dışında felsefe, sosyoloji, tarih ve filoloji konuları ile de ilgilenerek öğleden sonraları Durkheim, Levy-Bruhl, Seignobos, Espinas, Tarde, Haumant'ın da derslerini takip eder.1903 yılında ise "Osmanlı İmparatorluğu Müesseseleri Tarihi Üzerine Bir Deneme "adlı bir tez ile okuldan üçüncülükle mezun olur (1). Bu mezuniyet tezi ile ilgili olarak hocalarından Anatole Leroy-Beaulieu'un kanaati şu-dur; "olguların netliğini sağlam bir görüşle birleştiren, dikkatli, derin bir düşüncenin izlerini taşıyan gerçekten değerli bir çalışma " ! (2).
Akçura'nın Paris'teki okul yılları onun fikirlerinin ve özellikle milliyetçilik fikrinin pekişmesini sağlar. Dersler, devrin özelliği, millî uyanışlar ve bunlara karşılık Jön Türklerin belirsiz ve çelişkili romantizmi karşısında, bir Osmanlı milleti yaratmanın imkânsız olduğunu kavrar. Ona göre artık tarihin somut gerçeği " millet " unsurudur ! Öte yandan İslamcılığı da geçerli bir devlet siyaseti olarak kabul etmeyecektir.
İşte, Akçura'nın Paris'te geçirdiği bu fikrî gelişim süreci ile ilgili olarak bir hatırası zikredilir ki, bu aynı zamanda " Üç Tarz-ı Siyaset " in de ortaya çıkış gerekçelerinin hikayesi gibidir.
1909 yılında İttihat ve Terakki merkezinde Yusuf Akçura, etrafında toplanmış ( ve Ziya Gökalp'in de dahil olduğu ) sekiz on kişiye şunları anlatır :
" Ahmet Rıza Bey iyi kalpli, vatansever bir insandır. Fakat saftır, cahildir, anlamaksızın Auguste Comte pozitivizmine kafasını saplamıştır, Sabahaddin Bey okumuştur, bilgilidir; fakat Osmanlı milleti diye bir millet olabileceğini sanır. Halbuki Müslüman olmayan Osmanlı uyruklarının hemen hepsi kendi milli var-lıklarını duymuşlardır; Arnavutlar, Araplar da bu yol-dadır; artık Osmanlı diye bir millet düşünülebilir mi? Rus Türkleri, Osmanlı Türklerine nazaran ileri oldukları için milli varlıklarını çoktan hissetmeye başladılar. Halbuki Osmanlı Türkleri çok geridir, adeta uykudadır; onları uyandırmak lazımdır !.. " diyerek, devam eder:
" Erkan-ı Harbiye sınıflarına devam ediyorduk, hocalarımız, Hürriyet'ten, Meşrutiyet'ten gizli gizli bah-sederlerdi. Kanan-u Esasî yürürlüğe konulursa İmpa-ratorluk kurtulur, derlerdi. Biz de inandık, onların etra-fında toplanmak istedik. Hafiyeler anladılar, jurnal etti-ler. Kısa bir soruşturmadan sonra, Trablusgarp'a sürül-dük. Vali ve kumandan Recep Paşa'nın iyi kalpli, hür-riyetsever yaveri Şevket Bey'in yardımıyla Fransa'ya kaçtık. Artık biz de Jön Türk olmuştuk. Politika için hazırlanmak istiyorduk. Arkadaşım Ferid ve ben Ecole des Sciences Politigues denilen okula yazıldık. Ça-lışkan çocuklardık, boş zamanlarımızda okulun ki-taplığından ayrılmıyorduk. Bizim bu devamımız kitaplık memurunun dikkatini çekti. Bizimle arkadaş oldu. Bize lazım olan kitapları tavsiye ediyordu. Bir gün aile-lerimizi, geçim tarzımızı öğrenmek istedi; biz aile-lerimiz tarafından eğitime gönderilmediğimizi söyledik. Türkiye'den nasıl kaçtığımızı anlattık. Kızıl Sultan de-diğimiz, Sultan Hamit'in zulümlerini saydık, döktük. Paris'te diğer Osmanlılarla beraber Hürriyet ve Meş-rutiyet inkılabını gerçekleştirmek için çalıştığımızı anlattık. Günün birinde, bizde de Fransız İhtilâli gibi bir devrim olacağını ve medeni dünya gibi Hürriyet ve Meşrutiyet güneşinin doğacağını söyledik. Bütün bu sözleri o kadar gururla anlatıyorduk ki Fransızın so-nunda bizi çok taktir edeceğini ve devrim yollarını bize göstereceğini sanıyorduk. Fransız, bunları dinledikten sonra :
- Siz Ermeni misiniz ? dedi.
Şaşırdık, hemen, " Hayır, Müslümanız, Osmanlıyız" dedik.
Şimdi profesör olan bu kitaplık memuru, yine sakin bir edayla
-Osmanlı olduğunuzu anlıyorum, fakat milliyetiniz nedir ? deyince :
-Müslümanız, Türküz dedik.O zaman bizlere şun-ları söyledi :
-Affedersiniz, bir Türk nasıl olur da hürriyet ilânı ile vatanının tehlikelerden kurtulacağını sanır, buna aklım ermedi. Benim bildiğime göre, Osmanlı İmparatorluğu kırk milletten meydana gelen siyasi bir topluluktur, yine benim bildiğime göre, hürriyet yalnız kişilerin değil, milletlerin de kendi benliklerini duymaları ve siyasi güç karşısında istediklerini serbestçe söylemeleri de-mektir.Böyle bir hürriyet havası içinde Osmanlı İm-paratorluğu'nun hakim milleti olan Türklerin nasıl bir politika takip etmeleri gerekeceğini düşündünüz mü ? Fas'ta doğmuş bir Fransız, Fas'ın tam bir hürriyet ve bağımsızlığa kavuşmasını isterse, biz hakiki Fran-sızlar onun vatanseverliğinden şübhe ederiz. Mem-leketinizin şimdi yaşadığı şartları bilmiyorum; Osmanlı İmparatorlugu'nda hürriyet ilanı ve meşrutiyet rejiminin kabulü belki kaçınılmazdır, siz Türklerin o zaman İm-paratorlukta nasıl bir politika izlemek gerekeceğini belirlemeniz ve onu kendi milletinize kabul ettirmeniz lazımdır.
Fransızın bu sözleri bizim gözümüzü açtı. Hani şu Üç Tarz-ı Siyaset'e dair yayınlanan bir tartışma var ya hep bu telkinin neticesidir. Fransızın söylediklerini Avrupadaki Türklere söyledik durduk, fakat onları millî meseleler üzerinde düşündüremedik. Şimdi Osmanlı Türkleri de bu meseleler üzerinde düşünmüyor. Bazı arkadaşlarım kızıyorlar ama yine söyleyeceğim: Bu bakımdan Rus Türkleri sizden çok ileridirler. Onun için, her şeyden önce Osmanlı Türklerini milliyet husu-sunda uyandırmak lazımdır " (3).
Yusuf Akçura'nın, çok yönlü tespitler ve gerçekler ihtiva eden bu hikâyemsi hatırası, bu güne kadar ayrıntılı olarak ve bir bütün halinde pek tartışılmamış ve sadece bir hatıra notu olarak, zikredilmekle yeti-nilmiştir. Halbuki bu hatıra konuyu tamamen kapsar mahiyettedir. Çünkü, Jön Türklerin soyut romantizmi, Kazan Türklerinin belli bir şuura ulaşmış Türkçülüğü Osmanlı'daki tüm azınlıkların ve bağlı toplumların milliyetçilik savaşlarına rağmen, Türklerin halâ Os-manlı milletinden bahsetme gafleti, bu durum belir-tilince de alınganlık yapılması fakat yine de Türklük şuuruna ulaşılamaması ve Avrupa'nın halen Türkleri, Türkiye'de hangi gözle görüyor olmaları gibi meseleler, hatırada kısa ve öz bir şekilde belirtilmiştir. Bu nedenle biz bu hatıra vesilesiyle bu konular üzerinde biraz durmak istiyoruz.
Akçura'nın, Rusya'daki Türklere nazaran Osman-lı'daki Türklerin halen uyanamamış olduklarına dair tespiti pek de haksız değildir. Çünkü, söz konusu dönem itibariyle ve özellikle Kazan Türkleri bakı-mından Türkçülük ve Yenileşme hareketleri gelişmiş durumdaydı. Buna karşılık Osmanlı'da ise bütün "akvam-ı muhtelife" kendi milliyetçiliği ile bir bir ba-ğımsızlık yolunda ilerlerken, Türkler bunları da kapsa-yacak şekilde Osmanlıcılık veya İslamcılık temeli üzerinde soyut bir hürriyet ve meşrutiyet romantizmi içindeydiler. İşte kitaplık memuru Fransız'ın, Akçura'yı dinledikten sonra; "-Siz Ermeni misiniz?" diye sorması bundandır !..Öte yandan, Akçura'nın Rusya ve Os-manlı Türkleri arasında böyle bir karşılaştırma yapmasındaki maksadı da, bir üstünlük ve küçüm-seme meselesi değil, somut örnek gösterek, Jön Türk romantizminden kurtulup millî uyanışı yaratabilme teşvikidir. Çünkü, Osmanlı'nın ileri gelen aydınlarını Akçura, Paris'teki okul yıllarında iken yakından tanıma fırsatı bulmuştu. Hele Prens Sabahattin ile Lütfullah'ın gayretleriyle 4-9 Şubat 1902'de Paris'te düzenlenen "Osmanlı Liberalleri Kongresi ", Osmanlıcılık hayalinin acı bir ibret tablosudur. Bu Kongreye katılan kırk yedi Türk, Arap, Rum, Kürt, Ermeni, Arnavut, Çerkes ve Musevi delegenin tek görüşü, Abdülhamit'in tahttan indirilmesi meselesiydi. Sabahattin ise, "akvam-ı muh-telife" nin Osmanlı'ya köklü bir bağlılık içinde bulun-duklarına inanıyordu. Gayri Türk bir delege ise, Kong-rede, Osmanlı'daki azınlıkların Avrupa devletlerinden yardım isteyebilmesini teklif etmiş ve bu görüş kongre kararlarının sonuç paragrafına eklenmiştir (4), Burada esas konumuz bu olmadığı için sözü fazla uzatmak istemiyoruz. Ama Akçura, bu Jönler'in gafleti kar-şısında pek haksız değildi !.. Ayrıca, ülkede yoğun bir İslamcılık faaliyeti yapılıyor ve bunu da işin aslı, ken-dine göre birtakım hesaplarla Abdülhamit destek-liyordu.
Bu hatıranın Ziya Gökalp ile ilgili bir tarafı ise, Gökalp'in, Akçura'nın Asya-Osmanlı karşılaştırmasına alınmasıdır. Akçura hatırasını anlatırken, "-bazı arkadaşlarım kızıyorlar, ama yine söyleyeceğim" de-yip, Osmanlı Türklerinin uyanmamış olduğunu tekrar ve ısrarla vurgular. Dinleyenler arasında bulunan Gökalp, Akçura'nın konuşmasından sonra bir arka-daşına şunu söyler: "Yusuf Bey'in sözlerinde çok doğ-ru taraflar var. Fakat, onun Rus Türklerinin üstünlüğüne inanmış gibi konuşmasını hiç beğenmedim. Osmanlı Türk'ü kendi memleketinin millî siyasetine kendisi istikamet vermelidir" (5). Gökalp bu sıralarda çalış-malarının henüz başlangıç safhasında bulunmaktadır. Akçura'nın Osmanlı'daki Türklere yönelttiği eleştirisi, bir üstünlük ve küçümseme maksadını taşımamış olmakla birlikte, Gökalp'in bundan alınmış olduğu belli olmaktadır. Buna karşılık, bir süre sonra Gökalp, Akçura'nın çıkartmakta olduğu "Türk Yurdu" dergi-sinde "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" başlıklı yazı dizisini yayınlamaya başlamıştır. Aslında bu üçlü düsturu ilk söyleyen de Azerbeycan Türk-lerinden Hüseyinzâde Ali Bey'dir. Ali Bey, Azer-beycan'da arkadaşları ile birlikte çıkartmaya başla-dıkları "Hayat" gazetesinde yayınladığı yazılarından ikincisinde, Müslüman Türk kavimleri için bir esas olarak, "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Avrupalılaşmak" gerektiğini belirterek, bu üçlü düsturu savunmuştur (6). Türkçülük fikrinin gelişim süreci bakımından, bu üçlü düstur, yoğun İslam ortamı ve gelişen batı karşısındaki millî uyanışın, daha çok geçiş döneminin bir düşünce tarzıdır. Türk aleminde yay-gınlaşan bu üçlü düsturu, Osmanlı'da geniş, sade ve sistematik bir şekilde işleyen Ziya Gökalp olmuştur. Akçura ise, "din" i bir vicdan meselesi, "kalkınma" yı, yani çağdaşlaşmayı çağın bir gereği sayarak, doğ-rudan "Türkçülüğü" savunmuştur. Öte yandan, Akçura çok farklı çevrelerde bulunmuş ve siyaset eğitimi almış biri olmasına karşılık, Gökalp daha çok birbirine ben-zer ortamlarda bulunmuş bir sosyologdur. Bu ba-kımdan Gökalp, mevcut fikir ortamının da etkisi ile "Osmanlı-İttihat Terakki-Devlet" süreci çizgisinde Os-manlı'da Türkçülük fikrini uyandırmaya çalışan bir fikir adamı olmuştur. Akçura ise, bu gelişim sürecinin daha ileri safhasını teşkil eder. Gökalp'in, "Turan"ı dahi belli kademelere tâbi tutmak suretiyle sistemleştirmiş olmasına karşılık, Akçura bütün Türk alemini ifade eden bir şekilde "Türklük" kavramını kullanmıştır. Ve bütün Türklerin birbirleriyle ilişkileri sayesinde de "Türk Birliği"nin kurulması mümkündür.
Hatırada bahsedildiği şekli ile kitaplık memuru Fransız'ın vermiş olduğu "Fas" örneği ise, Avrupa'nın Türk'ü, Türkiye'de halen hangi gözle gördüğünün önemli bir delilidir. Fransız, neden Fransa'yı değil de Fas'ı örnek göstermiştir?.. İşte bu düşüncenin haçlı-laşmış şekli, Türklerin geldikleri yere, yani Türkiye'den atılarak Asya'ya gönderilmesi şövenizmidir! Bu ne-denle de Fransız, gayri ihtiyari olarak ve tipik bir Avrupalı gibi düşünerek, "Fas" örneğini vermiştir. Halbuki Türk'ün vatanı Türkiye ile Fransız'ın sömürgesi olan Fas arasında hiç bir benzerlik bulunmayıp, biri "vatan" diğeri ise "sömürge" dir ! Dolayısıyla "Fas" de-ğil "Fransa" Fransızlar için neyse, "Türkiye" de Türkler için, en az odur!.. Tabiî Türkiye'de "Türklük"ten ra-hatsız olanların ısrarla benimsetmeye çalıştıkları "soysuzluk" siyasetine göre, bu gerçekler ve bun-lardan bahsetmek, hep "hamasîlik"tir! Hatta bu yönü ile de, Türk tarihi sürekli olarak alaylı bir şekilde hafife alınmaya çalışılır. Sebebi ise, kısaca; Türk insanının kendisiyle gururlanmasını ve Osmanlı'da kökü unut-turulduğu gibi, bu defa da kendisinin hepten unut-turulması maksadından başka bir şey değildir. Nite-kim bu gün, Türk insanı, Osmanlı gibi, "mozaik" ferdi olmaya zorlanmaktadır. Burada insanın aklına, At-sız'ın "Z Vitamini" romanındaki "Beşeristan" gelmek-tedir (7). Ki herhalde, "mozaikdaşlık" ın sonunda Tür-kiye'nin adı da " Sevristan" olsun denilecektir !
İşte, Yusuf Akçura, "Üç Tarz-ı Siyaset" i, buna benzer bir ortamda ve aynı endişeler ile yazmıştır.
Akçura, 1903 yılında okuldan mezun olduktan sonra, Osmanlı Devleti sınırları içerisine girmesi yasak olduğundan, Paris'ten Kazan'a döner. "Züye Başı" köyünde, amcası Yusuf Bey'in yanında bir süre kalır.
1904 yılının ilk aylarında, Züye Başı köyünde kalırken, "Üç Tarz-ı Siyaset" adlı uzun ve adeta bir tez mahiyetindeki makalesini yazar. Ancak o sıralarda Rus Hükümeti, Türkçe basımlara ve siyasi gazetelerin çıkarılmasına müsaade etmemektedir. Bu nedenle Akçura yazının yayınlanması için, bu uzun makalesini o zamanlar Kahire'de çıkan "Türk" gazetesine gön-derir. Makale, gazetenin 24, 25 ve 26. sayılarında (14 Nisan, 28 Nisan ve 5 Mayıs 1904 tarihli nüshalarında) yayınlanır. Akçura'nın bu yazısına bilahare Ali Kemal ve arkadaşı Ahmet Ferid tarafından da cevap verilir.
Akçura'nın en önemli ve meşhur eserlerinden olan "Üç Tarz-ı Siyaset" te, "Türkçülük" fikri siyasî kap-samda ilk defa ve açık bir şekilde ele alınmıştır. Bunun yanısıra, "Osmanlıcılık" ve "İslamcılık" da abartısız ve ilmî bir seviyede tartışılmıştır. Eser, adı geçen bu üç görüşün, eleştirisi ve tartışmasına yöneliktir.
Akçura, üç tarz-ı siyaseti, eserinin giriş kısmında şu şekilde tarif eder :
" Birincisi, Osmanlı Hükümetine tâbi muhtelif milletleri temsil ederek ve birleştirerek bir Osmanlı milleti vücuda getirmek. İkincisi, hilafet hakkının Os-manlı Devleti hükümdarlarında olmasından fayda-lanarak, bütün İslamları söz konusu hükümetin idaresinde siyaseten birleştinmek (Frenklerin "Pan-islâmisme" dedikleri ). Üçüncüsü, ırka dayanan siyasî bir Türk milleti teşkil etmek" (8).
Kısa bir girişten sonra, Akçura, Giriş'te belirttiği üç siyaseti, önce ortaya çıkışları bakımından ve bilahere de fayda, zarar ve uygulanmasının mümkün olup olmadığı yönünden sırasıyla ele alır. Buna göre :
"OSMANLI MİLLETİ" vücuda getirmek arzusu, pek yüksek bir hayalî gayeye, pek yüksek bir ümide doğru yücelmiyordu. Asıl maksat, Osmanlı memle-ketindeki müslim ve gayrimüslim ahaliye aynı siyasî hakları tanımak ve vazifeleri yüklemek; böylece ara-larında tam müsavat husule getirmek; fikirlerce ve din-ce tam serbestî vermek; bu müsavat ve serbestîden faydalanarak, sözkonusu ahaliyi aralarındaki din ve soy ihtilaflarına rağmen yekdiğerine karıştırarak ve temsil ederek, Amerika Birleşik Hükümetlerindeki Amerikan milleti gibi müşterek vatanla birleşmiş yeni bir milliyet, Osmanlı milleti meydana çıkarmak ve bütün bu zor ameliyatın neticesi olarak da, "Devlet-i Aliye-i Osmaniye" yi aslî şekliyle yani eski hudut-lariyle muhafaza eylemekti. Ekseriyeti İslam ve mü-him bir kısmı Türk olan bir devletin bekasında ve kuv-vetinin çoğalmasında, bilcümle Müslümanlar ve Türk-ler için fayda olmakla beraber, bu siyasî yol onlara doğrudan doğruya taallûk etmiyordu. Bu cihetle, Os-manlı hududu haricindeki Müslümanlar ve Türkler bununla o kadar meşgul olamazlardı. Mesele mahallî ve dahilî bir mesele idi. "
" Osmanlı milleti yaratmak siyaseti, ciddi olarak İkinci Mahmut zamanında doğdu...O zamanlar Avrupa'da milliyet düşünceleri, Fransız Büyük İhtilâliyle, soy ve ırktan çok vicdani isteğe dayanan Fransız kaidesini milliyet esası olarak kabul ediyordu. Sultan Mahmut ve onu takip edenler, iyice anlayamadıkları bu kaideye aldanarak, devletin ırk ve dini farklı tebaasını serbestlik ve müsavat ile, emniyet ve karşılıklı dostluk ile mezc ve terkip edip tek bir millet haline sokmanın imkânına inanıyorlardı ."
" Avrupa'da milliyetler teşekkülü tarihinde görülen bazı misâller de itimatlarını arttırdı. Filhakika, Fransız milliyeti Cermen, Selt, Lâtin, Grek ve daha bazı soyların birleşmesinden husule gelmemiş midir? Alman milliyetinde birçok Slav unsuru yutulmamış mıdır? İsviçre, ırk ve din farklarına rağmen bir millet değil mi-dir?
" Osmanlı milleti fikri , en ziyade Ali ve Fuat Paşa-lar zamanında geçerli idi. Fransız kaidesinin; plebisit ile milletler teşkil etmenin resulu Üçüncü Napolyon, bu garplılaşmış paşalara kuvvetli destek oluyordu... Vak-ta ki milliyet kaidesi,... evvelâ 1870-71 seferiyle Napol-yon ve Fransa İmparatorluğu tekerlendi, işte o za-mandan itibaren Osmanlı milleti denilen siyasi görüş, biricik dayanağını kaybetmiş oldu. "
"Vakıa Mithat Paşa, isimleri yukarıda geçen iki ün-lü vezirin bir dereceye kadar takipçisi idiyse de Mit-hat'ın siyasi programı onlarınkine nispetle daha karışık ve pek gelip geçici olduğundan ve Mithat'ı izleyen şimdiki Genç Osmanlılar'ın programları ise hayli müp-hem bulunduğundan Osmanlı milleti teşkili hayalinin Fransa İmparatorluğu ile beraber ve onun gibi tekrar dirilmemek üzere, öldüğüne hükm olunsa, hata edil-memiş olur sanırım. "
"Osmanlı milliyeti siyasetinin başarısızlığı üzerine İSLAMİYET POLİTİKASI meydan aldı. Avrupalıların Panislâmizm dedikleri bu fikir son zamanlarda Genç Osmanlılık'tan yani Osmanlı milleti teşkili siyasetine kısmen iştirak eden fırkadan doğdu. Evvelleri en ziyade "Vatan" ve "Osmanlılık" yani vatanda meskûn bil-cümle halktan mürekkep bir Osmanlılık nidalarıyla işe başlayan Genç Osmanlı şairlerinin ve siyasetçilerinin bir çoğunun duruş noktası " İslâmiyet " oldu... Adı geçenler şarkta bulundukları zaman, başlarını onse-kizinci asır siyasi ve içtimai felsefesiyle pek çok dol-durmuşlar... Ecnebi diyarda iken, ekserisi memle-ketlerini uzaktan daha kavrayışlı bir nazarla görmeye, din ve ırkın şark için gittikçe artan siyasi ehemmiyetini ve bu cihetle Osmanlı milleti ihdası arzusunun beyhudeliğini anlamaya muvaffak oldular... Artık, var kuvveti pazıya verip İslâm unsurlarını -evvelâ Osmanlı ülkelerindekileri, sonra bütün kürei arzdakileri- soy farklarına bakmaksızın dindeki ortaklıktan istifade ile tamamen birleştirmeye, her müslimin en küçük yaşında ezberlediği "din ve millet birdir" kaidesine uyarak bütün Müslümanları, son zamanların millet kelimesine verdiği manâ ile bir tek millet haline koymaya çalışmak lüzumuna kâni oldular. Bu, bir cihetten Osmanlı ülke-leri sakinleri arasında ayrışmaları ve farklılaşmaları davet edecekti, müslim Osmanlı tebaası ile gayri müslimler artık ayrılacaktı. Lâkin diğer cihetten,... bütün müslümanlar birleşecekti... Mithat Paşa'nın düşmesinden, yani Osmanlı milleti ihdası fikrinin hükümetçe büsbütün terk olunmasından sonra, Sultan İkinci Abdülhamid de bu siyaseti tatbike çalıştı. Bu padişah Genç Osmanlıların amansızca karşısında olmakla beraber, bir dereceye kadar onların siya-setlerinin talebesidir...işbu siyasi doktrin ile, Osmanlı Devleti, Tanzimat devrinde terk etmek istediği dini devlet şeklini tekrar alıyordu... bunun neticesi olmak üzere de ayaklanma ve isyanların çoğalmasına, Avrupa'da Türklüğe düşmanlığın şiddetlenmesine katlanmak iktiza ediyordu... filhakika öyle de oldu. "
" Irk üzerine müstenit bir TÜRK SİYASİ MİLLİYETİ husule getirmek fikri pek yenidir... Tanzimat ve Genç Osmanlılık hareketlerinde de, Türkleri birleştirmek fikrinin varlığına dair hiçbir belirtiye rast gelmedim...son zamanlarda İstanbul'da Türk milliyeti arzu eden bir mahfel, siyasi olmaktan ziyade ilmi bir mahfel teşkil etti... Osmanlı ülkelerinin, İstanbul'dan başka yerlerinde bu fikrin tarftarları olup olmadığını bilmiyorum.Lâkin Türklük siyaseti de, tıpkı İslâm siyaseti gibi umumidir...En çok Türklerle meskûn Rusya'da Türklerin birleşmesi fikrinin pek müphem bir surette varlığını tahmin ediyorum... Dış tazyikler olmasa, bu fikrin kolaylıkla gelişmesine müsait muhit, Türklerin en kalabalık bulundukları Türkistan ile Yayık ve Idil havzaları olurdu... Kafkasya Türklerinde de bu fikir mevcut olsa gerek. "(9).
Akçura, her üç siyasetin Osmanlı'daki ortaya çıkış şeklini ve durumunu açıkladıktan sonra, bir ara bölümde, her üç siyasetten hangisinin yararlı ve uygulanabilir olduğunu ve bunun kime ve neye yararlı olabileceğini tartışır.
Öncelikle bütün insanlık için sorar ve bu tarz usulü bir safsata olarak kabul ettiğinden üzerinde durmaz. Dolayısıyla meselenin "beşeri bir heyetle" sınır-landırılması gereğini öne sürer. Ancak, "Muayyen bir cemiyetin menfaatleri neden ibarettir?" Akçura bu soruyu şu şekilde açıklayarak, cevaplar:
" Malûm bir cemiyetin menfaatlerinin neden ibaret olduğunu tayin etmek siyasi bir meseledir... Her cemiyet kendi menfaatini elde etmek ümidiyle bilfiil daimi değişme halindedir... Bu devamlı değişme esnasında menfaat diye fiile getirilen şey hayattır. Hayat ise kuvvetle devam ettiğinden, hayatın varlığı kuvvetin varlığını gerektirir. Demek oluyor ki, her cemiyet menfaatini hayatta, yani kuvvet kazanmakta ve kuvvetini artırmada buluyor. Bu cihetle, cemiyetler arasında, kâinatın varlık peşinde dolaşan bütün unsurları arasında olduğu gibi, daimi bir savaşma görülüyor. Biz de bu hal suretini kabul etmek mec-buriyetindeyiz. Her cemiyetin menfaati; varlığında binaenaleyh, kuvvetli olmaktadır." (10)
Akçura, açıkça hayatın her sahasında sonuç olarak, var olabilmek için kuvvetli olmak gerektiğine inanıyor ve bunun da cemiyetler, yani milletler bakımından, kâinatın her tarafında olduğu gibi, ce-miyetler mücadelesi şeklinde ortaya çıktığını belir-tiyor. Bu fikir, milletler mücadelesi gerçeğidir. Dola-yısıyla, bir cemiyetin, bir devletin ilk hayatiyet şartı olarak, güçlü olması gerekmekte; bunu sağlamak için de yararlı ve uygun siyasetin uygulanması adeta bir zorunluluk teşkil etmektedir. Makalesinde zikrettiği üzere, elbette her siyasetin kendine göre bazı zorlukları ve hatta zararları söz konusudur. Ancak, bir siyaset, soyut bir romantizm ile uygulanamaz. Nite-kim, Akçura, yukarıda yaptığımız alıntıda belirtmiş ol-duğu üzere, Genç Osmanlıların Osmanlıcılıktan İs-lâmcılığa geçişini çok isabetli ve kısa bir şekilde ifade etmiştir. Yani, dünya milliyetçilik peşinde koşarken, Osmanlı aydınları halâ bu ayrılıkçı unsurlar ile bir Osmanlı milleti yaratabileceğini sanmış, bilahere Avrupa'yı gördükten sonra ise, yine doğru politikayı tesbit edemeyerek, -var kuvveti pazıya verip-, İs-lâmcılığı savunmaya kalkmışlardır. Hele ki bu Jön aydınların Paris'te düzenledikleri "Osmanlı Liberalleri Kongresi " tam bir şaşkınlık ve gaflet olayıdır. Ancak, eskimiş bir deyim ile belirtecek olursak, özellikle devlet işlerindeki gaflet, bazen ihanet ile aynı sonuçları ya-ratır. Çünkü, "aydın" demek, bir toplumun fikri yükünü ve sorumluluğunu yüklenmiş kişi demektir. Bu so-rumluluk bilinmeden ise romantizmden ve gafletten kurtulabilmek mümkün değildir!.. İşte, Akçura'nın " Üç Tarz-ı Siyaset" adlı eseri, gerek bu bakımdan ve gerekse ilmi bakımdan olsun, yazıldığı devir itibariyle (ki, günümüzdeki bir çok eseri gördükçe, şimdi bile) konusunda mükemmel bir çalışmadır. Nitekim, ma-kalenin ikinci bölümünü oluşturan, yarar ve uygu-lanabilirlik kısmında, yukarda belirttiğimiz temel bakış açısını, yani dünyanın mücadele üzerine kurulu ol-duğunu ve hayatın kuvvette bulunduğunu belirttikten sonra, meseleyi biraz daha sınırlandırır ve hem sorar, hem cevaplar :
" Lâkin hangi cemiyetin menfaatine çalışmalıyız? Bu suâlin mantıki bir cevabı verilemez. Filhakika ne-den Türkler veya müslümanlar menfaatine hizmet ede-lim de, meselâ Slavlar veya Ortodoksların faydası için uğraşmayalım? Buhusus, bir cemiyetin menfaatı, ekseri hallerde, diğer birisinin zararı ile kaim oldu-ğundan, hangi makul sebebe istinat ederek, beşe-riyetin bir kısmına zarar vermekle haklı olduğumuzu gösterebiliriz?"
"Bu suali ancak tabiî meylimiz, diğer tabirle aklımızın henüz tahlil edemediği, hak veremediği hissimiz cevaplandırabilir. Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm. Binaenaleyh Osmanlı Devleti, İslâmiyet ve bütün Türkler menfaatına hizmet etmek istiyorum. Lâkin siyasî, dinî ve soya dayalı olan bu üç cemiyetin menfaatları müşterek midir?.. Osmanlı Devletinin menfaatı, bütün Müslümanların ve Türklerin menfa-atlarına aykırı değildir. Zira tebaası olan Müslümanlar ve Türkler onun kuvvetlenmesiyle kuvvetlenmiş demek olduğu gibi, diğer Müslüman ve Türkler de, kuvvetli bir destek bulmuş olur. Fakat İslâmın menfaatı, Osmanlı Devletinin ve Türklüğün menfaatlarına tamamen uymaz... Türklüğün menfaatına gelince o da, ne Osmanlı Devletinin ve ne de İslâmın menfaatına büsbütün uygun gelmez. Zira, İslâm toplumunu Türk ve Türk olmayan kısımlarına bölerek zayıflatır ve bu-nun neticesi olarak Osmanlı tebaanın Müslümanları arasına da nifak salıp Osmanlı Devletinin kuvvet-sizlenmesini mucip olur."
" Bunun içindir ki, her üç cemiyete mensup bir şahıs, Osmanlı Devleti menfaatına çalışmalıdır. Lâkin, Osmanlı Devletinin menfaatı, yani kuvvet kazanması, şimdiye kadar mevcut olup bahsımızın mevzuunu teşkil eden Üç Tarz-ı Siyasî 'den hangisini takiptedir? Ve bunlardan hangisi Osmanlı ülkelerine kabil-i tatbikdir ? " (11).
Burada dikkat edilecek olursa, Akçura, hangi "cemiyet"in menfaatine çalışılması gerektiğini söylü-yor ve müteakiben bu soruyu cevaplandırıyor. Yani soruya konu olan mesele, henüz üç tarz-ı siyaset değildir. Zaten, hangi cemiyet olduğuna dair cevabını verdikten sonra siyaset tarzı meselesini soruyor. Bu şekilde bir tahlil, Akçura' nın somut veriler ve mevcut gerçekler ile hareket ettiğinin göstergesidir. Çünkü, "hangi cemiyetin menfaatına çalışmalıyız ? " sorusuna karşı, önce kendisinin hangi cemiyete mensup olduğunu belirterek, cevaben, "Ben Osmanlı ve Müslüman bir Türküm" demiştir. Menfaat tartışmasında da, önceliği Osmanlı Devletine vermiştir. Yani mevcut Osmanlı Devleti'ni dine göre veya ırka göre bölme-yerek, halîhazır durumuyla kabul etmiş ve bu devletin menfaatına çalışılması gerektiğini belirtmiştir. İşte üç tarzı-ı siyasetten hangisinin "kabil-i tatbik" olduğunu bundan sonra sormuştur. Şu halde, bir cemiyete mensup olmak ile o cemiyette, daha doğrusu devlette, hangi tarz siyasetin uygulanması gerektiği ayrı meselelerdir. Ve kanaatimizce bu çok önemli bir tesbit ve ayrımdır. Çünkü, aşağıda bilahare tartışacağımız üzere, günümüzdeki Türkiye' de, önce olduğu gibi, bu mesele birbirine karıştırılmakta ve Türkiye Cumhuriyeti, Akçura'nın ifadesiyle, kuvveti bulamamaktadır... İşte bu nedenle Akçura, bu defa Üç Tarz-ı Siyasî 'den hangisinin "kabil-i tatbik" olduğunu soruyor ve her üç siyasetide tek tek ele alıp, iyi ve kötü taraflarını uygulama açısından tahlil ediyor :
" OSMANLI MİLLETİ TEŞKİLİ, Osmanlı ülkelerini şimdiki hudutlarıyla muhafaza için yegâne çare-dir...Lâkin, asıl mühim mesele, muhtelif cins ve dine mensup olup şimdiye kadar birbirleriyle kavga ve savaştan halî kalmayan unsurların, şimdiden sonra kaynaşmalarının mümkün olup olmadığıdır. Yukarıda görüldü ki bu babdaki tecrübe muvaffakiyetsizlikle sonuçlanmıştır. Bundan böyle muvaffakiyet kabil olup olmadığını anlamak için, geçmiş tecrübenin muvaffakiyetsizlik sebeplerini, tavsilatlı olarak gözden geçirelim. 1) Bu karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyordu. Zira, altı yüzyıllık hâkimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddî bir neticesi olarak, o zamana kadar adeta inhisara aldıkları memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nisbeten az müşkül, aris-tokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lâzım gelecekti. 2) İslam istemiyordu. 3) Gayrimüslim tebaa da istemiyordu. 4) Osmanlıların büyük düşmanı Rusya ile onun köle ve pişdarları olan küçük Balkan hükümetleri istemiyordu. Zira; Rusya, Boğazlara Anadolu ve Irak'a, İstanbul ve Balkanlara, mukaddes topraklara malik olmak, böylece siyasî, iktisadî, millî ve dinî maksadına erişmek peşinde idi... Balkanları geniş imparatorluğuna ilhak ile, şimal ve cenup Slavlarını bir-leştirecek, böylece Ayasofya kubbesine haç dikerek Ortodoksluğun meydana geldiği beşiği, yani Rusların dinlerinin çıktığı yeri, Mescid-i Kama-me'yi idareleri altına alarak, Hıristiyanlığın menbaını memleke-tinden sayılır kılacak ve bu suretle, hemen hepsi fazlasıyla dindar tebaasının kâlp ile diledikleri en yüksek bir emellerini, dinî ve ruhî bir emeli gerçekleştirecekti... 5) Avrupa kamuoyunun bir kısmı da istemiyordu... Binaenaleyh, zannımca, artık Osmanlı milleti meydana getirmekle uğraşmak, beyhude bir yorgunluktur."
" Şimdi, İSLAM BİRLİĞİ politikasının Osmanlı Devletine yararlı olup olmadığını, tatbik kabiliyeti bulu-nup bulunmadığını tetkik edelim:....bu siyasetin tatbiki halinde Osmanlı tebaası arasında dinî nifak ve düşmanlığın artması, böylece gayrimüslim tebaa ile onların ekseriyetle meskun oldukları memleket kısımlarının kaybı ve binaenaleyh Osmanlı Devletinin kuvvetinin azalması gerekecekti. Bundan başka, umumiyetle Türkler arasına müslim ve gayrimüslim farkı girecek, soydan doğma kardeşlik din ihtilafları ile bozulacaktı. Lâkin, bu mahzurlara mukabil, Osmanlı Devleti idaresindeki bütün Müslümanlar ve bina-enaleyh onun bir parçası olan Türkler, pek güçlü bir bağ ile sımsıkı birleşecekler,... Osmanlı Milleti'ne nispetle, daha kuvvetli bir topluluk, İslam topluluğu meydana getireceklerdi. Lâkin, bu tarz-ı siyasetin, Osmanlı Devletinde muvaffakiyetle tatbiki mümkün müdür? Hicretten henüz bir asır geçmemiş idi ki, Arap ve A-cem milliyetleri zıddiyeti, Emeviye ve Haşimiye hanedanları arasındaki nefret tarzında tecelli ile, İslam birliğine kapanma bilmez bir yara açtı, Sünni veŞiî büyük ihtilafını ortaya çıkardı... Bizzat hilafet de ikileşti, hatta üçleşti. Resmi ve dinî lisan da birliğini kaybetti. Acemce, Arapça kadar hak iddiasına kal-kıştı...Kuvvetine halel veren bunca vakalar ile beraber,...İslam henüz pek güçlüdür...Lâkin haricî maniler pek kuvvetlidir. Gerçekten, bir taraftan İslam devletlerinin hepsi Hıristiyan devletlerinin nüfuzu altındadır. Diğer taraftan bir iki müstesnası dışında, bütün Hıristiyan devletleri Müslüman tebaaya maliktir. Tabiiyetlerinde bulunan Müslümanların, hatta kuvvetlice manevi bir vasıta ile olsun, hudutları haricindeki siyasi merkezlere bağlılıklarını istikbalde, mühim neticeleri çıkabilecek umumi bir fikre hizmetlerini menfaatlerine aykırı gördüklerinden ortaya çıkmasına her suretle karşı koymak isterler, ve bütün İslam devletleri üstündeki nüfuz ve iktidarları sayesinde bu istediklerini icra da edebilirler...Osmanlı Devletinin bile ciddi bir surette İslam Birliği siyasetini tatbike kalkışmasına, belki de muvaffakiyetle, karşı koyarlar."
" TÜRK BİRLİĞİ siyasetindeki faydalara gelince, Osmanlı ülkelerindeki Türkler hem dinî, hem ırkî bağlar ile pek sıkı, yalnız dinî olmaktan sıkı birleşecek ve esasen Türk olmadığı halde bir dereceye kadar Türkleşmiş sair müslim unsurlar daha ziyade Türklüğü benimseyecekler ve henüz hiç benimsememiş unsurlar da Türkleştirilebilecekti. Lâkin asıl büyük fayda; dilleri, ırkları, âdetleri ve hatta ekseriyetinin dinleri bile bir olan ve Asya kıtasının büyük bir kısmıyla Avrupanın şarkına yayılmış bulunan Türklerin ve böylece diğer büyük milliyetler arasında varlığını muhafaza edebilecek büyük bir siyasi milliyet teşkil eylemelerine hizmet edilecek ve işbu büyük toplulukta Türk toplumlarının en güçlü ve en medenileşmişi olduğu için Osmanlı Devleti en mühim rolü oynayacaktı... Osmanlı Devleti, şimdi Japonya'nın sarılar aleminde yapmak istediği vazifeyi üzerine alacaktı. Bu faydalara mukabil, Osmanlı ülkelerinde meskun, müslim olup da Türk olmayan ve Türkleştirilmesi de mümkün bulunmayan kavimlerin Osmanlı Devleti elinden çıkması...mahzurları vardır. Türkleri birleştirmek politikasının tatbikindeki dahilî müşkülat İslam siyasetine nazaran ziyadedir. İslamiyette gördüğümüz o kuvvetli teşkilattan, o pür hayat ve pür heyecan hissiyattan, hulâsa sağlam bir ittihadı meydana getirebilecek madde ve hazırlıktan hemen hiç birisi Türklükte yoktur. Bugün ekseri Türkler mazilerini unutmuş bir halde bulunuyorlar. Lâkin şu da unutulmamalıdır ki, zamanımızda birleşmesi muhtemel Türklerin büyük kısmı Müslümandır. Bu cihetle, İslam dini, büyük Türk milli-yetinin teşekkülünde mühim bir unsur olabilir...İslam, Türklüğün birleşmesinde şu hizmeti yerine geti-rebilmek için, son zamanlarda Hıristiyanlıkta da oldu-ğu gibi, içinde milliyetlerin doğmasını kabul edecek şekilde değişmelidir. Bu değişme hemen hemen mecburidir de: Zamanımız tarihinde görülen umumi cereyan ırklardadır. Dinler, cemiyetlerin ek işleri olmaktan vazgeçerek, kalblerin hâdi ve mürşitliğini deruhte ediyor, ancak hâlik ile mahluk arasındaki vicdanî rabıta haline geçiyor. Dolayısıyla dinler ancak ırklarla birleşerek, ırklara yardımcı ve hatta hizmet edici olarak, siyasî ve içtimaî ehemmiyetlerini muhafaza edebili-yorlar." (12)
Yusuf Akçura, her üç siyasetin uygulanabilirliğini bu şekilde tartıştıktan sonra, tekrar "hangisinin tat-bikine çalışılmalıdır" diye soruyor ve "Türk" gazetesinin adını kullanarak, Osmanlı'daki Türk'ün halen uyanamamış olduğunu, gazetenin adı ile ima ediyor:
" Türk gazetesinin ismini işittiğim zaman, nihayet beni rahatsız eden şu suale cevap bulacağımı ümit ve ismine nazaran o cevabın da Türklük siyaseti olacağını zanneylemiştim. Lâkin, gördüm ki, "hukuku muhafaza" olunacak, zihinleri temizlenecek, fikirleri sevindirilecek Türk, sandığım gibi şimdi bile Hanbalık'tan, Karadağ'a, Timur Yarımadasından Karalar İline kadar Asya, Avrupa ve Afrika'nın mühim birer kısmını kaplayan büyük ırkın efradından herhangi bir Türk olmayıp, ancak Osmanlı Devleti tebaası olan bir Garp Türküdür. "Türk" yalnız onları görüyor, onları biliyor. Ve hem de ancak miladî on dördüncü asırdan beri biliyor.Türk için Türklüğün askerî, siyasî ve medenî geşmişi yalnız Hüdavendigârlarından, Fatih'lerden, Selim'lerden, İbni Kemal'lerden, Nefi'lerden, Baki'lerden, Evliya Çele-bi'lerden, Kemâl'lerden teşekkül ediyor; Oğuz'lara, Cengiz'lere, Timur'lara, Uluğ Bey'lere, Farabi'lere, İbni Sina'lara, Teftazani ve Nevai'lere kadar varamıyor "(13).
Ve Akçura, makalenin sonunda aynı soruyu tekrar ediyor, hangi siyasetin "kabil-i tatbik" olduğunu soruyor. Ancak, yazıda dikkat edilecek olursa, "Türk Birliği siyasetindeki" faydaları anlatırken, bu siyasetin başarılı olabilmesi için, öncelikle "din"in belli bir se-viyeye gelmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu görüş, ka-naatimizce, bir yandan "lâiklik" olmasının yanısıra, diğer yandan "din-milliyet barışını" da ifade etmekte-dir. Dolayısıyla bu kapsamda, yıllardır ülkemizde neden "din"in bu kadar tahrik edildiği de bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Çünkü böylece, İslamiyet ve Türk-lük barışmaz düşman halinde tutularak ve milliyete karşı dinî baskı yapılarak, Türklük Siyaseti'nin ge-lişmesi önlenilmektedir. Yani lâiklik sadece bir inanç meselesi değil, bu yönüyle bir millî benlik meselesi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Fakat maalesef ülkemizde lâiklik dahi, tıpkı Genç Osmanlılar'ın soyut romantizm anlayışı ile tartışılagelmektedir.
Akçura, Türklük Siyaseti'nin başarılı olabilmesi için, dolaylı olarak, Osmanlı'daki Türklerin henüz kendi anladığı anlamda Türklük şuuruna erişmemiş olduğunu, bu nedenle din anlayışı gibi, Türklük şuurunun da belli bir seviyeye gelmesi gerektiğini ifade etmektedir. Halbuki Akçura, "Türklük" kavramı ile hiç bir şekilde ayrım gözetmeksizin dünyadaki bütün Türkleri kasdetmiş ve bu anlayışı içerisindeki boylar, bölgeler veya din gibi bir sınırlama ve farklılık kabul etmemiştir. Her ne kadar "Üç Tarz-ı Siyaset"in so-nunda kesin bir tercih yapmayarak makalesini bitirmişse de gerek bu eserinden ve gerekse diğer yazılarından açıkça anlaşılıcağı üzere, Akçura için Türklüğün ve Türk Devletinin olması gereken siyaseti, "Türk Siyasi Birliği"dir. Bu siyaseti de, eserinde yer yer "Siyasi Bir Türk Milleti", "Türk Siyasi Milliyeti", "Türklerin Birleşmesi", "Türk Birliği", "Türklük Siyaseti" gibi sözlerle ifade etmiştir.
Akçura'nın, yazımızın baş taraflarında değindiği-miz üstünlük-küçümseme gibi bir kasdının olmadığı, "Üç Tarz-ı Siyaset"teki fikirleri ile de sabittir. Çünkü, makalede kendisini bir Osmanlı Türk'ü olarak kabul etmiş ve Türk alemindeki liderlik rolünü de, sarılar alemindeki Japonya gibi, Osmanlı'ya tanımıştır. Bu-nun yanısıra, "Osmanlı"nın, Türk dünyasının en mede-nileşmiş devleti olduğunu belirtmiştir.Ve bu makaleyi yazarken de, Kazan'da bulunmakta ve henüz Osman-lı'nın sınırları kendisine kapalı durumdadır. Dolayısıyla, gerek Akçura olsun ve gerekse diğer hemşehrileri olsun, bunların ülkemizdeki idealistçe hizmetlerinden alınmak veya türlü hesaplar ile bu kişiler hakkında olumsuz kanaatler belirtmek yersizdir. Öte yandan bu kişilerin hemen hepsine de Atatürk sahip çıkmış ve her birinin Türk Üniversitelerine "Profesör" olmasını sağla-mıştır. Hatta Akçura, Türk Tarih Kurumu'nun Başkan-lığı'na getirilmiş ve ölümüne kadar da bu görevi yerine getirmiştir. Bu kişilerin hepsi de Türkçü olup, Türklük anlayışları da yukarıda açıkladığımız anlamda olmuş-tur. D