Açılış Sayfası YapınSık Kullanılanlara EkleyinE-Mail YollayınSESLİ SOHBETİMİZ
.

   
  ~~~ASYA_KURDU~~~
  Yazılarından Seçmeler 2
 

Boz Doğanla Sarı Yılan
ATSIZ


Sarı yılan, kavurucu yaz güneşinin altında çöreklenmiş, dinleniyordu. Üzerinde yattığı kaya, güneşin bütün sıcaklığını emiyor ve bulutsuz, rüzgârsız, gürültüsüz bir yerde uzanmak onun en özlediği şeydi. Burada kendisini rahatsız edecek hiçbir şey yoktu. Karnı tok olduktan, çevrede düşman bulunmadıktan sonra bahtiyar olmamak için sebep var mıydı ?

Yılan keyif sürerken çok yükseklerde uçan bozdoğanın keskin gözleri onu seçti.

Yıldırım gibi bir hızla süzülerek aşağıya doğru saldırdı. Her şeye rağmen uzakları kollamakta olan sarı yılan da bu tehlikeli saldırışı görmüş ve bir kaç adım ilerideki kaya kovuğuna sığınacak kadar vakit bulabilmişti.

Bozdoğan kovuğun önüne gelince öfkeli öfkeli güldü:

- Kancık, dedi, meydana çıkıp döğüşeceğine deliğe kaçmaktan utanmıyor musun?

Sarı yılan yerinden emin olduğu için alaydan çekinmedi:

- Ne diye döğüşeyim? Burada rahat rahat oturmak varken neden tatlı canımı eziyete sokayım? Döğüş budalaların işidir!

Bozdoğanın kızıl gözlerinde şimşekler çaktı. Gagasını, sarı yılanın sığınmış olduğu deliğin ağzına vurarak cevap verdi:

- Sen de bütün korkaklar gibi döğüşçü budalalık diyorsun. Çünkü mayan kancıklıkla yoğurulmuştur, Yerde sürünmeye alışıksın. Düşmanlarını gizlice zehirlersin. Kuvvetlilerle çarpışmak için yüreğin yoktur. Yalnız menfaat için kıpırdarsın. Şeref için savaşmanın ne olduğunu bilmezsin.

Bu sözler üzerine sarı yılan bir kahkaha koyuverdi:

- Haydi oradan budala! Senin şeref dediğin şey karın doyurur mu? Şeref diye döğüşüp günün birinde geberirsin. Şerefler senin olsun. Ben halimden memnunum!

Bozdoğan dövüşemediği için hırçınlaşıyordu. Kanat çırpıp kovuğun ağzına hızla çarptıktan sonra haykırdı.

- Alçak, namuslu isen, ersen çık da sana dünyayı göstereyim. Deliklere sığınmakla kurtulacağını mı zannediyorsun. Senin gibi deliklere kovuklara sığınan, yerin altına giren nice korkaklar gördüm ki sonunda geberip parçalanmaktan yakalarını sıyıramadılar.

Sarı yılan bu meydan okumalara soğuk ıslaklarla gülerek karşılık veriyordu. Bozdoğan kızgınlıktan delirmiş gibiydi. Kovuğun ağzına saldırarak kanat ve gaga vuruşlarıyla deliği açmaya çabalıyordu. Her vuruşta kayanın küçük bir parçasını kırıyordu. Yılanı birden bire korku aldı. Böyle giderse bir müddet sonra delik büyüyecek ve bozdoğan kendisini parçalayacaktı. İşin şakaya gelir tarafı kalmadığını anlayınca ciddileşti.

- Azizim, dedi, sen boşuna üzülüyorsun. Buraya girdiğim için sen beni korkak sanma, istersen seninle kuvvet deneşelim. Meselâ ilk önce şu dağın tepesine dek yarışalım!
Bu sözler o kadar umulmadık sözlerdi ki bozdoğanın şaşkınlıktan kanatları düştü.

Gözleri öfke yerine hayretle açılarak:

- Yarışalım mı? Sen mi benimle yarışacaksın? Sen nasıl yarışırsın" diye sordu. Sarı yılan güldü :

- Evet, seninle yarışacağım. Şu dağın tepesine hangimiz daha önce varacağız bakalım? Nasıl? Razı mısın?

Yarışı kaybettiği takdirde sarı yılan bazı tavizler de vermek üzere idi. Fakat bozdoğan bu meydan okumadan o kadar sıkılmıştı ki, her şeyi unuttu. Göğe doğru yükselerek yarışmanın verdiği coşkunlukla:

- Haydi çık, dedi, sana dokunmayacağım. Sen dağın tepesine çıkıncaya kadar ben oraya kaç defa çıkıp ineceğimi hesaplamak istiyorum.

Sarı yılan, bozdoğanın sözünün eri olduğunu biliyordu. Kovuktan sürünerek çıktı. Yan yana durdular. Yılan bir, iki, üç diye saydı ve daha üç demeden önce bütün hızıyla ileri atıldı. Bozdoğan da göğe doğru ok gibi fırladı.

Hava sıcak olduğu için sarı yılan yorulmadan, sağa sola kıvrılmadan ilerliyordu. Bozdoğan ise dövüş durumunu almış olduğu halde yükseliyordu.

Birkaç yüz adım ilerideki ağaçlıkta yuva kurmuş olan kargalar bir bozdoğanın orada olduğunu görünce yavrularını korumak üzere toplanıp saldırdılar. Bozdoğan yoluna devam etseydi kargalar kendisine yetişemezlerdi. Fakat, o kendisiyle çarpışmak isteyen düşmanları ihmal edemezdi. Geriye döndü ve karga sürüsüne daldı. Birkaç dakika vuruştular. Gaga, pençe ve kanat vuruşlarıyla birkaçını devirdi. Ötekiler kaçtılar keyifli dönerek yeniden yükselmeye başladı.

Bozdoğan kargalarla savaşırken san yılan dağa doğru sürünerek çıkıyordu. Yolda uyuyan bir kirpi görüp sessizce yanaşarak onu sokmuş, sonra yine tırmanmaya başlamıştı. Tam bu sırada yükseklerde uçan ak sungur onu seçmiş.ve yıldırım gibi tepesine inmişti. Bu sefer sığınacak ye de yoktu. Kurnazlıkla kendisini kurtarabilirse kurtaracaktı. Ak sungur tepesine inerken bağırdı:

- Aman! Ak sungur kardeş! Ben de sana yardıma geliyordum. Bozdoğan seninle döğüşmeye geliyor. Sana bu haberi yetiştirmek için bak ne kadar yoruldum.

Ak sungur cevap vermedi. Bozdoğanı görmüştü. Yılanı bırakarak ona döndü. Bozdoğan da şerefli düşmanını görünce yarışı bırakmış, onun üzerine atılmıştı.

Ah, döğüşmek bahtiyarlığı ! İki denk düşman şiddetle vuruşuyorlardı. Havada kısa kavisler çiziyorlar, sonra şiddetle birbirine doğru fırlayarak sert kanat ve pençe vuruşları yapıyorlar, gagalarıyla birbirlerinin kanat tüylerini yolarak uçuş kabiliyetlerini azaltmaya çalışıyorlardı. Yılan bir an döğüşe baktı. Bunun uzun süreceğini anlayarak dayanılmaz bir hırsa kapıldı ve olanca hızıyla dağa tırmanmaya başladı.

Döğüş sarı yılanın düşündüğü gibi uzun sürdü. Bozdoğan kanadından ve göğsünden yaralandı. Fakat ak sungur'u yenerek düşürmeyi başarmıştı. Keskin gözleriyle dağa bakarak yılanın kendisini geçmiş olduğunu görünce hızlanmak istedi. Gerçi yaralı olduğu için eskisi gibi uçamıyordu, fakat ne de olsa sürünerek çıkan yılan tepeye varıncaya kadar on defa oraya çıkıp inebilirdi. Bir iki kanat çırpışından sonra sarı yılana yetişti ve onu geçerken:

- "Kargalarla ve ak sungurla dövüştüğüm için bu kadar geciktim. Yoksa şimdiye kadar iki defa inip çıkmıştım" diye seslendi. Yılan nefes cevap verdi:

- Yalnız sen mi dövüştün? Ben de yolda kirpi ile dövüşüp onu hakladım.

Yükselmekte olan boz doğan bu sözleri duymamıştı bile. Dağın tepesine varmıştı.

Fakat orda yuva kurmuş olan kara kartal bir yabancının geldiğini görünce dışarı fırladı ve boz doğanı önledi.

Boz doğan zaferle sarhoştu. Kendisinden güçsüz olanları, kendisiyle denk olanı yenmişti. Şimdi kendisinden güçlü olanla çarpışacaktı Tanrım!... Bu dövüşte, hiçbir karşılık beklemeden ün ve şan için yapılan bu çarpışmada ne büyük tat vardı! Boz doğan yüksünmeden savaşı kabul etti. Yaralı olduğu halde kartalın saldırışına bir saldırışla karşılık verdi.

Havada pek sert kanat sesleri işitiliyordu. Bu kuvvetli kanatların yaptığı rüzgâr dağın doruğunda esen rüzgârla eşitti. Sarı yılan kızışmış olduğu halde yukarılara doğru çıktıkça havanın serinlediğini duyuyordu. Rüzgâr nerdeyse kendisini aşağıya sürükleyecekti. İçinden bir an:

- "Bu kartallar, sungurlar, doğanlar bu yükseklerde nasıl yaşıyorlar" diye düşündü. Bunların yaşayışı çetin bir boğuşmadan ibaretti. Keskin göz, güçlü kanat, yırtıcı pençe gerekti. Bir zayıflık anı buradaki yaratıkları yok edebilirdi.

Yılan göğsünü şişirdi. Gururlandı. İşte dağın doruğuna yaklaşmıştı. Başının üstünde dövüşen iki yırtıcıya baktı. Nasıl kıyasıya dövüşüyorlardı. Bunların zehiri yoktu. Kaçmayı düşünmüyorlardı. Hile yapmıyorlardı. Gerileyişi bile hız almak içindi. Birbirlerine saldırışları, vuruşları, hatta bakışları sarı yılanın o kadar hoşuna gitti ki her şeyi, hatta yerde sürünmek için yaratılmış olduğunu bile unuttu ve tıpkı onlar gibi uçarak dövüşe karışmak için bu gücü ve hızı ile havaya zıpladı.

Heyhat!... Yerden ancak bir karış yükselebilmiş ve bütün ağırlığı ile yine toprağa çarpmıştı. Bir an üzülür gibi oldu. Sonra bütün felsefi kurnazlığını toplayarak şöyle düşündü :

- Uçup dövüşüp nolacak? İşte şimdi biri ölecek. Yarın da ötekine başka biri öldürecek. Daima heyecan, daima tehlike neden? B,en kendi dünyamda pek rahat yaşıyorum. Düşmanımı gizlice zehirler, Öldürürüm. Maksat yükselmekte ise dağa kadar yükseldim ve poz doğanı geçtim.

Hakikaten, sarı yılan dağın tam tepesindeki kayanın üstüne kadar çıkmıştı. Bu sırada kara kartalla boz doğanın dövüşü bitmek üzere idi. Kara kartal kavgayı kazanmıştı. Boz doğa; bir kanadı kırılmış, bir gözü kapanmış, her yeri kan içinde kalmıştı. Yavaş yavaş düşüyordu.

Sarı yılan memnundu. Bir zafer haykırışı ona bağırdı:

- Yarışı kazandım. Senden önce buraya geldim. Senden yüksekteyim

Boz doğan acı acı gülerek cevap verdi:

- Sürünerek çıkmak yükselmek demek değildir. Sen yukarılara doğru çıksan bile yine alçaksın. Ben aşağıya düşerken bile yükseğim. Sen yılan gibi yükseldin. Ben doğan gibi düşüyorum.



GENÇ KIZLARIMIZA ÇAĞRI
ATSIZ

Her sosyal yapı, kadın ve erkek dediğimiz iki cinsin birbirini tamamlamasıyla var olmuş bir bütündür. Tek başlarına düşünülemeyen bu bireyler, birlikte yaratıcı bir güç kazanırlar. Erkek, kadınla beraberken daha bahadır, daha erdemli ve daha bilge olmak zorunluluğunu duyar. Kadın da bir erkekle birlik olunca daha soylu, daha ince ve daha içlidir. Türk milletinin sosyal yapısını incelerken de Türk kadını ile Türk erkeğinin birbirini tamamlayan bir bütün oluşu gerçeğiyle karşılaşıyoruz. Eğer yurt ve millet işlerinde kadın, gücünü erinin gücüne kalmışsa başarı elde edilmiş; tersine kadın, umursamaz olmuşsa her şey yarım kalmıştır. Bu gerçeği bilen Türk milliyetçileri, daha savaşın başında, Türk kadınını - bilhassa genç kızlarımızı - kendi aralarında görmenin büyük mutluluk olduğunu inanıyorlar. Onun için de sizleri kendi yanlarına, savaş alanına çağırıyorlar.

Ey genç Türk kızı; Atillalar, Alpaslanlar, Osman Beyler, Timurlar yaratıcı güçlerini hep sizin kucağınızda kazandılar, İbni Sinalar, Kaşgarlı Mahmutlar, Uluğ Beyler, Fuzuliler ve Barbaroslar sizden emdikleri sütün kudretiyle Türk tarihinin birer parlak yıldızı oldular.

Siz, her çağda Türkçülük davasına kucak açıp süt verdiniz.

Genç Türk kızı, Kurtuluş Savaşı yıllarında İnebolu'dan Ankara'ya dek uzanan yolları dolduran kağnı kafilelerinin bütün insanları cinsdaşlarınızdı. Yamalı yorganını çıplak çocuğunun değil, nem kapmasından korktuğu, mermi sandıklarının üstüne örten sizin veya benim anam veya bacımdı. O savaşın kadın Mehmetçikleri, tarihimizin birer adsız bahadırıdır.

Ey genç Türk Kızı, Türk tarihinin büyük anıtlarında da sizin adınız, sizin ruhunuz var. Dünyanın en ince sanat eserlerinden biri olan Tac-Mahal sizden biri için yaratılmadı mı?

Fuzuli veya Nedim'in şiirlerinde her biriniz kendinizi bulmuyor musunuz? Ankara'nın Zafer Anıtındaki mermi taşıyan kadın da yine sizden biri değil mi?

Bugün Türk tarihinin yeni bir hamle çağı başlarken, sizleri aralarında görmek, sizlerden ışık, sizlerden inanç, sizlerden heyecan istemek Türk milliyetçilerinin en doğal haklarıdır.

Türkçülüğün; sosyal, ekonomik ve kültürel yönlerde kalkınmak için çadırlarını toplamış ve yeni ufuklara doğru göç hazırlığına başlamış damarlarınızdaki kanı ülkü yolunda karşı cinsin çabalarını katmak zorundasınız. Sizler de, Ankara'ya sırtında mermi taşıyan adsız dişi bozkurtlardan biri olunuz. Sizler de adı Zerrin Taç olan Kazvin'li Türk kızı gibi, inançlarınız uğruna, yüzünde tatlı bir gülümseme ile ateşe doğru erkek bir bozkurt gibi yürümesini biliniz.

Bir kocamış kurt, delikanlı Türk'e olduğu kadar -ve hatta belki de ondan fazla- siz genç Türk kızlarının yaratıcı atılışlarına inanan bir kişidir. Sizler isterseniz, toplulukları göz kırpmadan ateşe ve Ölüme sürebilirsiniz. Sizler isterseniz o toplumları kalkındırmak için yapılan her savaş kolay ve rahat bir savaş olur. Sizler isterseniz önünüzde eğilmeyecek baş ve devrilmeyecek kudret düşünülmez.

Ey Genç Türk Kızı, yarının mutlu ve büyük Türkiye'sini kendine ülkü edinen insanlar senin gücüne, senin inancına, senin desteğine muhtaçtırlar. Bu çetin yolda karşı cinsi - her zorluğu göze almış delikanlı Türk - yalnız bırakmamak sadece Ödevin değil, boyun borcundur da... Sen ona yardımcı oldukça tarihimiz yücelecek, sen, yüceleceksin...

Ey genç Türk Kızı, istedikten sonra her şeyi başaracağına inanıyorum. Çünkü: "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur."



İKİ ONBAŞI
ATSIZ

 

Galiçya... 1917...

Otuz adım aralıkla, iki saatten beri karşı karşıya duruyorlar. Avusturyalıları silip süpüren, Almanlarla Macarları kaldırıp geri atan Rus dalgası, Türk siperlerinin otuz adım önünde bekliyor.
İki hattan birbirine bombalar hediye ediliyor... Ve... Keskin küfürler.

Bir taraftan verilen kumanda öbür yandan da işitiliyor. Süngüler takılmış... Bu yıpratıcı durumdan kurtulmak lazım.

İlk davranış Türklerden oluyor... Karşı bir saldırışla düşmanı atmak için fırlıyorlar. Fakat karşı taraftan keskin bir takırdama... Makinalılar cepheyi tarıyor ve fırlayanlar bir daha kalkmamak üzere yatıyorlar... Ruslar cesaretleniyor. Otuz adım ileriye atılabilirlerse mesele hallolunacak... Ve, ikinci saldırış onlardan oluyor. Fakat bu sefer işleyenler Türk makinalı tüfekleridir... Ve... Fırlayanlar yere yatmaya mecbur oluyor. Bu onların son yatışıdır...

Tekrar bombalar başlıyor ve arada keskin küfürler... Yaralananların iniltileri... Artık akşam da oluyor. Gökte inci bir ay var...

Onun ışığı Rus siperlerinden Türk siperlerine kadar olan bütün alandaki tümseklere gölgeler yapıyor ve siperlerdeki askerlere birer dev görünüşü veriyor...

Galiçya artık fatih ve barbar ırkın bayrağına baş eğen bir ülke değil... Fakat orada yine kahraman barbarların ordusu çarpışıyor ve bu ordu ta nerelerden gelerek arkadaşlarına yardım etmek ve ölmüş bir milleti diriltmek için dövüşüyor...

İki taraf birbirine otuz adım yaklaşınca toplar susmuştu. Şimdi gece olunca makinalılar da susuyor. Artık söz söylemek sırası yalnız bombalarla süngülerindir... Siperlerden siperlere fırlatılan son bombalar patlıyor ve iki taraf süngü davranarak birbirine giriyor...

Bombalar savrulurken küfürler de beraber savruluyordu. İki taraf birbirine doğru koşarken savaş naraları haykırıldı ve şimdi süngü süngüye vuruşuluyor... Şu birinci türlü sesler dürtüş yapan ve çelen süngülerin birbirine çarparken çıkardığı donuk sestir. İkinci türlü sesler hedefini bulan süngülerin insan etlerine dalarken çıkardığı matemli sedadır... Üçüncü sesler yaralananların haykırışı ve dördüncüler çarpışanların solumasıdır. Bu soluma bir saatlik uzaktan işitiliyor...

Asırlık düşmanların karanlıkta boğuşması... Bu, heybetli bir manzaradır. Süngü süngüye... Göğüs göğüse Boğaza... . Büyük bir güllenin açtığı büyük bir çukurun başında beş altı kişi boğuşuyor. Süngüler... Dürtüşler... Çelişler... Küfürler... Ve Sert bir dipçik vuruşu... Biraz sonra ayakta hiç kimse yok... Düşenlerden iki tanesi yavaş yavaş gülle çukuruna yuvarlanıyorlar ve kesik kesik İnleyerek orada kalıyorlar... onlar birbirlerine o kadar yakın ki ellerini uzatsalar birbirlerini tutacaklar. Ay ışığının girmediği bu kuytu çukurda onlar birbirlerinin yüzlerini göremiyorlar... Fakat ikisi de biliyor ki yanında yatan yaralı biraz Önce gırtlaklaştığı düşman ordusundan birisidir...

Bir müddet ikisi de baygın yatıyor... Ve artık savaş meydanında hiçbir ses yok... Yalnız ara sıra uzaktan gelen bir yaralı sesi... Çukurdakiler yavaş yavaş kımıldanıyor. Birisi güçlükle matarasını çıkarıyor. Kurumuş dudaklarına götürerek iki yudum içiyor... Sonra ötekine uzatıyor. O da içiyor...

İki yudum suyun hiçbir değeri yoktur. Fakat eğer bu iki yudumu içen insan bir çukura yuvarlanmış bir yaralıysa ve yanında eşi ve hiç kimsesi yoksa o zaman o iki yudum su ona taze bir hayat verebilir. Çünkü o, bilmese bile sezer ki şu dakikada yarasını onaracak şefkatli bir elin gelmesi ihtimali yoktur...Yarasını kendisi sarmaya mecburdur. Ve... İkinci asker elleri titreyerek çantasından sargısını çıkarıyor... Elleri titreyerek yarasını sarıyor ve sargının kalanını ötekine uzatıyor...

Onlar demin yaşamak İçin boğuşuyorlardı. Şimdi yaşamak için birbirlerine yardım ediyorlar.

Onlar iki onbaşıdır. Biri yalçın Anadolu köylerinden gelmiş, şehitler soyundan bir Türk onbaşısı... Öteki, Polonya'nın yeşil ovalarında büyümüş ve kaderin şevkiyle Rus ordusunda hizmete mecbur olmuş bir Lehli onbaşı...

Onlar şimdi bu karanlık gecede, bu kimselerin görmediği çukurda inliyorlar. Yaralarından akan kan toprağın üstünden sızarak çukurun en derin yerinde birbirine karışıyor... Ve onların gözlerinde bir özleyiş!...

Birbirinin dilini anlamadan konuşuyorlar... Türk; "Yaran çok sızlıyor mu" diye soruyor. Lehli inliyor ve metin olmaya çalışarak: "Siz Türkler vaktiyle bizim için harbettinizdi" diyor. Lehli onbaşı bunu biliyor ve Türkler Lehistan ovalarında yine at oynattıkları için Lehistan dirilecek diye seviniyor. Fakat Türk onbaşısının bundan hiç haberi yok. O, kendi kahramanlığından habersiz olduğu gibi atalarının yaptığı büyüklüğü de bilmiyor... Yalnız, onun bol bol akmaya alışmış olan temiz kanı, şimdi şurada, şu yabancı toprakta da bir yabancının kanına karışarak bol bol akıyor ...Er meydanındaki çukurun içinde iki dost onbaşı inliyor. Birinin gözlerinde sarışın Marya'nın aksi, birinin gözlerinde ceylan bakışlı Ayşe'nin hayali var... Birbirinin yüzünü görmeyen iki yaralının yattığı çukurdan bir hasret seyyalesi uzanıyor. Bu seyyale Anadolu'dan Polonya'ya kadar gidiyor. Bu seyyalede parçalanmış bir ümidin kırıntıları da var. Ümit ölmez. Ümit en sonra bırakılan şeydir... Fakat iki asker de pek iyi biliyorlar ki kendileriyle ve gözlerindeki akislerle beraber, en son ümitleri de bu çukurda gömülü kalacak... Ve ihtimal biraz sonra yanı başlarında patlayacak olan yeni bir gülle, toprakta açtığı yeni bir çukura karşılık, kendi üzerlerini örterek onlara adsız sansız bir mezar yapacak...

Çukurun içinde iki dost onbaşı inliyor ve onlar biraz sonra öleceklerini biliyorlar. Burada böylece ölecekleri için onlarda bir pişmanlık var mı? Hayır!... Onlar bir görev için, görevden daha yüksek bir düşünce için öleceklerini biliyorlar. ..

Birbirlerine hiçbir düşmanlıkları olmadığı halde böyle süngüleşmelerinde büyük bir sebep olduğunu anlıyorlar. Ve o fikri apaydın göremedikleri için ona daha çok inanıyorlar. En büyük hakları olan hayattan ayrılmak fedakârlığını da bunun için yapıyorlar...

Ey savaş!... Sen acı ve korkunç, kanlı ve berbat, çirkin ve yıpratıcısın... Fakat sen büyük ve azametlisin... Bunun içindir ki insanlar sana ebediyen tapınacaklaradır.

İki dost onbaşının nabızları yavaş yavaş ağırlaşıyor ve onla bu büyük dakikada birbirlerine cesaret vermek için birbirlerine yakın olan kollarını uzatarak el ele tutuşuyorlar. Lehli onbaşı gözlerini açınca göğün karanlık boşluğunda bir ışık görüyor, bu ışık bütün göğü kaplıyor.

Ortasında Marya, elinde billur bir bardakla su tutuyor. Ve Türk onbaşısı "Marya!... Marya!..." diye bir şeyler sayıklayan arkadaşının öldüğünü seziyor. Türk onbaşısının anlayamadığı bu sayıklamalar Lehli onbaşının vasiyetidir. ..

Öteki, arkadaşının öldüğünü, kendi korkunç yalnızlığını anlayınca hıçkırıyor. Kendi diliyle, kendi lehçe ve kendi şivesiyle: "Hayat" Sen insanları bu kadar güç mü bırakırsın" diye düşünüyor. Ve biraz önce boğuştukları çukurun tepesinden kendine kollarını açan gürbüz çocuğa sevgiyle bakıyor. Kalkmak, onun yanına gitmek, onu kucağına almak istiyor. Fakat ah!... Bir üstün kumandası olsa! ...Birden dünya kararıyor. Onbaşının gözlerinde köye ait son bir hayal parlayıp sönüyor... Ve sonra: Sonsuz uyku...

Dakikalar geçiyor... İki beklenen artık dönmeyecek... Fakat dünyada değişen bir şey yok...

Birdenbire büyük çukurun tâ tepesinde onbaşının üzerine serpiyor... Onlar hâlâ el ele tutuşuyorlar... Hâlâ Lehli onbaşının gözlerinde iki damla yaş duruyor... Ve hâlâ Türk onbaşısının dudaklarında bir ümit gülümseyişi var...






İKİ AÇIK MEKTUP
KOCA KURT ( ATSIZ )

 

Sayın Başbuğ!

Gün, 1 Haziran 1966. Yer, Taksim Cumhuriyet Alanı. Orada gösterişten uzak, inançlı bir topluluk. İnancı güçlü fakat sayısı az bu gençliğin dudaklarından fırlayan bir söz etrafı çınlatıyor: Başbuğ... "Halkın sesi hakkın sesidir" demecine inanan biri olmam dolayısıyla ben de size Lider değil, Başbuğ diye hitap ediyorum.

Sizin hiç tanımadığınız ve sizinle henüz tanışmamış bir kişini, bu yola baş koymuşlardan birinin size seslenişini anlayışla karşılayacağınıza güvenerek bu satırları yazıyorum.

Sayın Başbuğ, geçmişi binlerce yıl geriye uzanan büyük Türk Ulusunun ve onun yaratıcı gücüne inanmış Türk Ulusçusunun Başbuğu olmak onurunu kader bugün size bağışlamış bulunuyor. Tarihimizin bu çalkantılı döneminde bu hem güç, hem mutlu bir görevdir. Güç bir görev yüklendiniz. Çünkü, iyi ve kötü bütün sonuçlar sizin hesabınıza geçecektir. Bizim güçsüzlüklerimiz, bizim beceriksizliklerimiz bile... Bütün bir düşman dünyanın oklarına da göğüs germek size düşecek. Çünkü karşımızdakilerde ne ahlâk ne inanç, ne de doğruluk var. Ve olmadığı için de size saldırmayı bir ödev sayacaklar... Hep kendi çıkarları için... Bu sebeplerle de siz bu savaşta hem çok yorulacak, hem çok hırpalanacaksınız ama yine de her güçlüğü yeneceğinize, her engeli aşacağınıza yeni bir Ergenekon'un öncüsü olacağınıza bütün ulusçular inanıyor... Tanrı gücünüze güç katsın...

Sayın Başbuğ. Türkçülerin önüne geçtiğiniz bu tarihsel çağda bizleri çatısı altında toplamak istediğiniz Partinin adı bir kocamış kurdu doyurmuyor. Bu ad inancımızı ifadede yeterli olmadığı gibi halk katında da bizi sevilir hale getirmiyor. Onun için - uygun bulursanız Partinin adı "Ulusal Birlik Partisi" olsun diyorum. Bu ad değişmesi belki de bir talih değişmesi olur. Bu, benim düşüncem ama son karar sizindir.

Sayın Başbuğ, değişmesi gerekli ikinci şey de -yine özel inanışıma göre- başında bulunduğunuz Partinin amblemi... Bir terazi ile bizim inançlarımızı bağdaştırmaya çalışmak biraz tuhaf olmuyor mu? Halbuki bu amblem ileriye atılan bir Bozkurt olursa inançlarımız ve geçmişle olan bağlantımız ne güzel sembolize edilmiş olur... Zaten ulusal uyanışımız başka türlü sembolleştirilemez sanıyorum.

Sayın Başbuğ, yavru kurtlara, deli kurtlara, kocalmış kurtlara yol göstermek görevi omuzlarınıza yüklendiği çağda çevrenizdekilerin de size uyabilmesi lâzım. Eğer çevrenizdekiler rahatlarına kıyabilen kişiliklerin sahipleri değilseler göreviniz daha da zorlaşmış demektir. Onun için inanmadan inanmış görünenler, post için dost kılığına girenler, oturduğu yerde iş yapıyormuş geçinenler yanınızdan ve katınızdan ırak olsunlar diyorum. Çünkü, ışıltılı yarınlar: "Rahatlarına kıyabilenlerindir."

Bütün kurtlar:
"Arabaya taş koyduk,
Biz bu yola baş koyduk."
diyen kişilerdir. Yola baş koyanlardan başka, sağlam desteğiniz olamaz. Onun için de sadece onlara güvenin.

Sayın Başbuğ, bugün Bozkurtluk sizde... Bunu ileriki bir günde bir delikurda devrederken bayrağı biraz daha yükseğe çıkarabildinizse gönül rahatlığı ile, ödevini yapmış bir başbuğ olarak, tarihteki yerinizi alabilirsiniz... Bu ise en büyük onur ve en yüce mutluluk olur kişi için...

Düşüncelerimde yanılmışsam bağışlamanızı dilerim. Saygılarımla.

Tanrı Türkü Korusun...

 

-II-

Bütün Türkçülere
Soylu Ülküdaşlarım,

Dünyanın ve hele yurdumuzun son yıllarda nasıl belirli cephelere ayrıldığını hepiniz de benim gibi görüyorsunuz. Bir tarafta bütün yıkıcı fikirleriyle sollar, bir tarafa yozlaşmış, kafalarıyla geriye bağlı sağlar, bir tarafta şaşırtıcı şarlatanlıklarıyla çıkarcılar; bir tarafta da salt iman biz ülkücüler...

Aziz Ülküdaşlarım, çok iyi görüyorsunuz ki bu cepheler her gün verilecek son meydan savaşının hazırlığı ile uğraşıyorlar. Para, onlarda; yalan onlarda; lâfebeliği, onlarda; kudret onlarda... Bizde ise salt iman...

Cephelerin bu kadar kesin hatlarla belirdiği ve yurt için ölüm-kalım savaşının yapılacağı günde herkesin safını belirtmesi ve o saftaki yerini alması lazım. Aksi halde Bütün Türkler bir ordu, katılmayan kaçaktır mısrası bir hüküm olarak cephedeki yerini almayanın boynuna takılacaktır.

Soylu Ülküdaşlarım, Profesör, Milletvekili veya işveren iş adamı da olsanız bu son savata, cephedeki yerinizi almanızı diliyoruz. Hiçbir özür sizlerin saf dışı kalmanızı haklı kılamaz.

Eğer siz, Türkçü iseniz kuzeyden esen soğuk ve solak rüzgârların içinde olamazsınız. Eğer siz, Türkçü iseniz yer yağını -petrol- bakır, krom ve benzeri yeraltı zenginliklerini şu veya bu tiröste peşkeş çekenlerle beraber olamazsınız. Eğer siz, Türkçü iseniz bu yurdun büyük endüstri memleketi olmasını önleyen yabancı fabrikaların temsilcisi olamazsınız. Eğer siz, Türkçü iseniz -son ayların moda sözü ile- bir komprador da olamazsınız. Olamazsınız ama Türkçülük safındaki yerinizi almazsanız -bilginizle, mevkiinizle, paranızla başka safarin arkasında gizlenirseniz- o vakit de Türkçü değil, yukarıdakilerden biri olmuş olursunuz.

Aziz Ülküdaşlarım, para veya mevkiinizi yitirmekten korkarak son savaşta aranıza katılmaktan çekinirseniz sizin Türkçülüğünüz inançsızlıktan başka bir şey, bir post kapma veya vurgun vurma vasıtası olmuş demektir. Ne biz aldanalım, ne de siz sahteci durun.una düşünüz. Bu davada en az solcular kadar davanıza bağlı olunuz. Çünkü bu savaşta herkesin dostunu ve düşmanını bilmesi lazım.

Soylu Ülküdaşlarım, bugün yitirmekten korktuğumuz şeyler Büyük Türkiye davasının size vereceği onurların yanında hiçbir değer taşmaz. Adınız ve partiniz ne olursa olsun aziz Türkçüler, artık asıl yuvaya gelip birlesiniz. Gücünüzü, gücümüze katmanız için sizleri ocağımıza çağırıyorum.

Tanrı, doğru yolu bulmanızda yardımcınız olsun.

 

 

TÜRKİYE CANIM FEDA

<
 



 
 

www.kodyagmuru.tr.gg 

Google


Yukarı çık
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol